Guest Author, Yalin Karadogan, on the ligther side of life in London. In Turkish --------------------------------------------------------------------------------------------------------------------- Bu sabah otobusten inmeden once boynumu kapamak, eldivenlerimi gecirmek, sapkami giymek gibi hazirliklarimi yapip burda kisin bile ender rastlanan soguklukta Piccadilly caddesine kendimi biraktim. Aslinda kendimi biraktim demek cok dogru degil zira bir metrodan cikinca guruh halindeki kalabaliga ve sehre kendini birakmak mumkun, ancak otobusten bir-iki kisi ayni anda inince ayni etki olmuyor. 2005 yilinin benim icin onemli degisimliklerinden biri olan metro yerine otobus ile ise gidip gelebilme luksu sayesinde sehre bambaska bir bakis acisi edinmis durumdayim. Aklimda da hep U2'nun sozleri: "it's cold outside, but brightly lit / skip the subway, let's go to the overground / get your head out of the mud baby."
Sirketimdeki (nerdeyse) dokuz senelik is hayatimin her gunu sabah+aksam ise+eve metroyla gitmis+gelmis birisi olarak Londra'nin da yeniyuzyilin buyuk sehirleri etkileyen teror fenomeninden tube'umuzun vurulmasiyla payini almasi, 7/7 sabahi patlamadan biraz once Piccadilly line uzerindeki bir trenin icinde bulunmus olmamla birlikte beni cok etkiledi. Tam ofisim Green Park yakinlarina tasindiktan bir kac hafta sonra tube'un teror sonrasi kapali olusu beni otobuse alistirdi ve artik otobusun kolayligindan kolay vazgecemeyecegim. Hatta icinde su anda 8 adet video kamerasi olan 9 numarali modern otobusler bir yana Londra'nin artik tedavulden kalkan meshur Routemaster stilindeki otobusleriyle de bir kac ay ise gidip gelebilme keyfini yasayabilmis oldum. Ayakta durunca kafam tavanina degmesin diye 45 derecelik aciyla boynumu egmem gerekiyordu ama ama yuzyillik Routemaster'di iste, hic sikayet etmiyordum.
Zaten boyle eski bir takim seyleri tecrube ederken modernligin alistirdigi rahat yerine eskinin verdigi huzur agir basabiliyor bazen. Mesela gecenlerde cikan yeni Asterix kitabini cikar cikmaz hemen aldim, hemen okudum. Ne yazik ki berbat bir hikaye. Ne espriler tam olmus, ne de gondermeler. Ama yine de eskiden bildigin ve cok sevdigin karakterlerle vakit gecirmek o kadar hosuma gitti ki. Gecen sene Yuzuncu Yil kutlamalarimizda seyrettigimiz Ruya Takim macimiz gibi. Hocic, Kubilay, Hagi, Cuneyt, Buyuk Metin, Tanju ayni anda sahada: futbolun yavasligini kim takar, otur divana, ac birani, seyreyle tarihi. Ki Hagi'nin o macta Simovic'e attigi saka-otesi golu de hala ara ara seyrederim. Topa oyle vurabilen biri daha gelecek mi acaba ulkemize?
Ise gidip gelirken sehrin atardamarlarinda gecirdigim saatlerin herbirini turistik olmasa da sosyal ya da kulturel bir tecrube olarak dusunur, etrafimdaki karakterleri inceleyip ara ara kafamda hikayelerini yazardim. Mesela bu herif bu kizla niye kavga ediyor, veya bu cocuk annesinin kucaginda niye agliyor senaryolari. Tabii evlendigim tarih olan 21 Agustos 2004'ten beri bu etrafimdaki karakterlerin bayan olanlarini incelemem kimi yanlis anlasmalara sebebiyet vermis olup, Oya'ya neyin inceleme, neyin kesme oldugu arasindaki ince cizgiyi aciklamak zorunda kalmisligim vardir.
Metroda ve otobuste turistler - bayildigim manzaralardir. Senede 28 milyon turistin geldigi Britanya'da Londra'ya ugramadan donenlerin sayisi azdir diye tahmin ediyorum. Londra'da da malum taksi fiyatlari ve muazzam isleyen metro+otobus sistemi varken haliyle akin akin insani sistemde gormek mumkun. Evim de ofisim de turistlerin sik gittikleri yerlerde olunca da benim gibi her sabah her aksam yapilan rutin seyahatler esnasinda hayatinda ilk defa Londra'ya gelen dort kisilik Connecticut'lu aile benzeri manzalarla karsilasmak komik oluyor. Metro bombalamalarinda olen insanlarin icinde de dokuz yildir her sabah metroya binenler oldugu gibi elinde metro haritasi ve boynunda kamerasiyla hayatinda ilk defa Londra'yi ziyaret edenler de vardi. Bu dusunceden urkmemek mumkun degil. Ve tabii 7/7 ve 9/11 sonrasi bu sehirlerdeki urkutucu hassasiyetleri gosteren gecen sene izledigimiz Crash ya da Yes gibi dramatik filmlerin cikmis olmasi da tesaduf degil.
Turistlere donelim en iyisi. Londra'nin turistik klasikleri arasinda Buckingham Palace ve Big Ben'in yanisira bir de Portobello Road'da Cumartesi gunu sokak saticilarindan incik-boncuk alisveris tecrubesi vardir. Gecenlerde bu tecrubenin hep alici tarafinda yer almis birisi olarak Oya'dan bir Cumartesi masalarin obur tarafina gecme onerisi gelince tereddutsuz atladim. Planimiz Oya'nin mumlari ve baska bir arkadasimizin el yapimi fotograf albumleriyle masayi ve masraflari yari yariya paylasmak ve butun gunumuzu masa basina gecirerek hem Londra'mizla icice bir hayat tecrubesi yasamak, hem de biraz envanter azaltmakti. Dukkanlarda fiyatlarin %50 ile %75 arasi dehset indirimlerde oldugu durgunca bir Noel alisveris sezonu oncesi Londra'da buz gibi bir Cumartesi gunu tezgah acip musteri beklemenin ne kadar akil kari olacagini bizzat gorecektik.
Cumartesi sabah 5 gibi kalktik. O gun zaten Londra'nin nazli topcularindan hernedense takim cikmadigi icin haftalik sabah macimiz iptaldi. Dort kisilik ekibimizle sabah ayazinda saat 6 gibi Notting Hill'deki organizasyon ofisindeydik (tabii bu isin daha onceden kaydolmak ve sigortalanmak falan gibi detaylari var, ilgilenelere anlatabiliriz). Ofisin kepenkleri acilirken etrafimizda duzinelerce her milletten insan sabah kurrasini beklemekteydiler. Her hafta duzenli gidenler en iyi masalari kapiyor, ara ara gidenler bir sonraki kalitedeki masalari kapiyor, bizim gibi ilk defa gidenler ise en kotu yerlere dusuyor. Saat 8 gibi benim hayatimda Portobello Road'da gitmedigim, sokagin ve masalarin en sonlarinda bir yerde masamizin yeri belirlendi. Herhalde mallari getirisimiz ve ilk kahveleri alisimiz saat 9 gibiydi. Masamizi kiralayip kurarken etrafimizdaki esnafla guzel sohbetlerimiz oldu, dayanisma ornekleri yasandi, neye ihtiyacimiz varsa tecrubeli abi-ablalarimizdan kolayca tedarik etmemiz mumkun oldu. Bir ara siftah kelimesinin Ingilizcesini dusunduk dusunduk, cikaramadik, ama siftahimiz icin cok heyecanliydik. Saat 10 gibi de tezgahimizi acip beklemeye gecmistik.
Tezgahimiz bitip neseyle ilk hatira fotolarini cekmemiz ve birbirimize verdigimiz gazlarla birlikte ("bu mallar satmazsa hicbisey satmaz aaabi" veya "bu iki kutu stok yetmeyecek lan, peynir ekmek gibi satacak bunlar olm!" gibi) hepimizin gayet iyi bildigi satis gerceklerini sahsen tecrube etmeye baslamistik. Dukkanda, masada, nerde satiyorsan sat, bir mal satisinin gerceklesmesi icin:
1. Oncelikle musterinin senin onunden fiziksel olarak gecmesi,
2. Gecerken seni muhabbetinden, yuruyusunden, kafasinin donuk oldugu yonden firsat bulursa gormesi,
3. Gordugu zaman durmaya meyilli bir halet-i ruhiyede olmasi (telefonda konusuyorsa veya acelesi varsa hic sansin yok),
4. Durunca malinin kendisinde ilgi uyandirmasi,
5. Ilgilenince malini elleyerek koklayarak falan inceleyecek kadar vakit ayirmasi,
6. Vakti ayirmissa ve kendisini vazgecirecek bir olay yasamamissa (telefon calmasi, mali gozune sokan satici, vs) malini begenmesi,
7. Mali begendikten sonra fiyatini da begenmesi,
8. Ve son olarak da - acik arayla en zor adim olan - elini cebine sokup cuzdanindaki parayi sana vermesi gerekiyor. Masamizi kurusumuzdan sonraki dort saat boyunca (yani uyanisimizdan dokuz saat sonra oluyor) yukaridaki sekiz unsur ayni anda gerceklesmedigi icin masamizdan bir tane bile satis yapmadik. Gelip de urunlere bakan insan sayisi bile cok azdi. Yerimizin uzakligindan mi, havanin soguklugundan mi tam bilemiyorduk ama sonucta uzerimize korkunc bir karamsarlik coktu. Hemen sagimizdaki tezgahtaki iki metrelik siyah sacini kafasindaki beyaz turbana dapdar bir sekilde sarmasindan midir nedir kafasini hic oynatmadan konusan Hintli arkadas bile Hindistan'dan gelmis muazzam rengarenk giyim-kusam urunlerinden bir tane bile satmadi. Ki biz biraz olsun tecrube ve eglencesine ordaydik, oysa kendisi hayatini bu urunleri satarak kazaniyordu diye tahmin ediyorum.
Arada dialoga girdigimiz potansiyel musteriler olmadi degil tabii ki. Ancak yukardaki unsurlarin ilk besini basariyla gecmis ender musterilerin masamiza ugradigi anlarda bizim gruptaki 4-5 kisi birden uzerlerine ac kurtlar gibi yuklenince kendilerini intimide ettik ve unsurlarin altincisindan sektik. Veya mesela amacsizca yuruyen kolkola girmis mesut bir cift dusunun. Kiz aaa bak ne guzel mumlar diye masamiza yaklasiyor. Erkegin suratinda niye duruyoruz yaa? der gibi bir ifade. Kiz kokluyor, elliyor, fiyat soruyor. Erkek cep telefonuna bakiyor, sagi-solu seyrediyor, olayla alakasiz. Kiz mallardan birini ve fiyatini begeniyor, erkege soruyor alalim mi? diye. Erkek dudagini bukerek bosver yaa napicaz mumu simdi yayinti falan gibisinden bir yorum yapiyor. Kiz e peki madem diyip vazgeciyor. Kolkola uzaklasiyorlar. Isin en acikli yani masanin ote tarafindayken Oya'yla cok sik icinde bulundugumuz bir durum bu! O zaman birak yaaa deyip gitmek kolay. Ama su zaman masanin beri tarafinda disimdan peki iyi gunler derken icimden bu elemanin yillar once dogumuna yardimci olmus bir hastane gorevlisini aniyorum.
Artik musterilerle "su elimde gormus oldugunuz mum el yapimi Osmanli cami minaresi motiflerinin otesinde 200 saat yanar ve hayat boyu salonunuzun onemli bir dekorasyonu olur" tipinde bir dialogdan enerjimizi kaybederek Gora'daki Cem Yilmaz misali "neticede mum iste yani neresinden bakarsan bak" tipinde bir dialoga gectigimiz anlarda, tam moraller dibe vurmusken, ve her havuzun dibi ayniyken, inanilmaz bir sey oldu: album satan arkadaslarimizdan biri sabrinin da tukenmesiyle konustugu bir musteriye sabahtan beri soyledigi fiyatin yarisini soyleyerek satis yapti! Ogledensonrayla birlikte daha da kalabaliklasan Portobello Road'daki masamiza da bir anda inanilmaz bir momentum gelmisti. Ilk mumumuzu sattigimiz, fiyatta anlastiktan sonra ben tam torbaya koyarken fiyati £2 daha indirmeye calisan, ve sonunda yine de tam fiyattan alan Alman cifti Herrhausendiebeinder ile Frau Hausendiebeinder'i kolay kolay unutmayiz heralde. Artan satislarimiz ve yavas yavas ziyarete gelen arkadaslarimizla birlikte musteri dialogu konusunda da kendimizi asmaya baslamistik. Kapalicarsi ortamini iyi bilen insanlar olarak turistlerle kendi dilleri olan Ispanyolca, Italyanca, Yunanca, Portekizce, Fransizca, Rusca konusup, alanla da almayanla da nese icinde muhabbetlere girmeye baslamistik. Turistler tabii ki eglenceli oluyorlar ama Londrali cok enteresan tiplerle de karsilastik. Mesela bir elinde doner durum tutup diger eliyle £5'lik mumlardan birini alan gunes gozluklu sakalli arkadasin o mumu ne yaptigini merak ediyorum. Ayrica nereli oldugunu sordugumuzda bize gobekbaginin Jamaika'da kesilmis olmasina ragmen kendisini Dunyali olarak anan esrarli zenci arkadasa da selamlar olsun. Bu arada tabii ki bize gun boyu gidip gelerek hem moralman hem de satin alislariyla destek olan tum dostlarimiza da sevgiler. Son olarak da ogledensonra beliren koyu gri bulutlarin arasindan yagmur yagmasini eger gercekten herhangi bir guc bizler icin onlediyse, ona da sonsuz tesekkurler.
Sonucta uyanisimizdan takribi 12 saat sonra artik havanin hafiften kararmaya baslamasi ve gelen-gidenin de azalmasiyla masamizi toplamaya basladik. Envanterimizin cogu aynen duruyordu ama masamizin toplam satislariyla gunu az da olsa karda kapatmis oldugumuz icin gururluyduk. Yanimizdaki Hintli iki metre sacli arkadas kocaman tezgahini yine kafasini hic oynatmadan nasilsa toplamayi becermis ve vasat satislarina ragmen vedalasirken nesesini kacirmamisti. Bundan sonra herhangi bir sokak pazarinda mal satan insanlara hepimiz bambaska gozlerle bakacagiz. Birbirimizle ve Londra'yla cok ozel bir Cumartesi gecirmis olmanin verdigi mahmurlukla evlerimizin yolunu tuttuk. Bizim pestilimiz cikmisti ama Londra, caddeleri, metrolari, otobusleri, ve yuzlerce degisik ulkede gobekbagi kesilmis akin akin muazzam rengarenk insanlariyla Cumartesi gecesine hazirlanmaktaydi.
Neticede Londra iste yani neresinden bakarsan bak.
Yalin,
Londra
5 Ocak 2006.
Comments